13 Ağustos 2013 Salı

KISACA

Evrenin en karmaşık yaratığı insanoğlu...

Var oldu, var edildi. Fazla rahat gözüne battı, ilk günahını işleyerek dünyanın yolunu tuttu. Çoğaldı, önüne geçilemeyecek bir biçimde hızla çoğaldı. Bazen, Tanrı insanoğlunun hızlı artışından rahatsız olmuş olmalı ki, hastalıklar gönderip insanoğlunun sayısını azalttı. Çünkü biliyordu; "insanoğlu en tehlikeli yaratıktır." İnsanoğlu vazgeçmedi, evrimleşti, icat etti, keşfetti. Geliştikçe gelişti her probleme bir çözüm bulmayı öğrendi. Öldürmeyi zaten çok önceden öğrenmişti. Sevmeyi, aşık olmayı da öğrendi. Ama dedik ya, karmaşık yaratık bizim insanoğlu. Nasıl oluyordu da hem sevmeyi, hem nefret etmeyi aynı bedende taşıyabiliyordu? İronilerin gelişigüzel ortalığa saçıldığı insanoğlu bedeni o kadar devasa bir ironi okyanusuydu ki; tapmayı bildiği gibi, inkar etmeyi de bildi tarih boyunca...

Peki, hiç insanoğlunun en baş belası ironisi nedir diye merak ettiniz mi? Bazılarınızın başınızı sallayarak onayladığınızı biliyorum. Belki bazılarınız doğru cevabı söyledi bile. Evet üzerine başka söz söylenemeyecek insanlığın en büyük ironisi: "AŞK"tır. İnsanoğlunun sevmek, aşık olmak duygusunu bildiğini söylemiştik. Var oluşunun ilk saniyesi hatta ilk salisesinden beri bilir bu duyguyu sevgili insanoğlu. Adem'in Havva'ya aşık olmadığını söyleyebilir miyiz? Dikkat edin! Şehvet duygularından değil, aşktan bahsediyoruz...

İnsanoğlunun var oluşunun, var edilişinin ilk anından bu yana aşk; başlı başına bir ironi olagelmiştir. Bazen sevindirmiş, bazen hüzünlenmiştir. Bazen göklere yüceltmiş, bazen baş aşağı beline kadar toprağa gömmüştür. Bazen terketmiş, bazen terkedilmiştir sevgili insancıklar. Bütün bu ironilerin amacı tektir: Mutluluk! Mutlu etmeyi, mutlu edilmeyi seven insan, mutluluğu aşkta aramıştır içgüdüsel olarak. Ancak, aşkta kaybedenler, kaybolanlar vardır. Onlar için Tanrı'nın gönderdiği bir hastalıktır aşk. Bazen aşktan kurtulmak kaçmak istersin, yapamazsın. Kapatma butonu yoktur aşkın, ha deyince silip atamazsın. Bazen yakalamak istersin aşkı, incitmeden bir kelebek gibi avuçlarına almak istersin. Yetişemeyeceğin kadar yükseklere uçarsa kelebek, başaramazsın. Her ikisinde de kalbinin paramparça olduğunu hisseder insan. İnanılmayacak büyük acılara merhaba demek zorunda kalır. Kartın birde diğer yüzünü çevirirsek, kelebeğini yakalayabilen insanoğulcukları vardır. Onlara gidin ve dünya yıkılacak deyin, bakın görün umurlarında değildir. Eğer, bu durumu umursayan istisnaizadeler varsa da, onlar aşklarını bu durumdan nasıl koruyabileceklerini düşüneceklerdir...

Hiçbiriniz bu hastalığa yakalanmadığınızı söyleyemezsiniz. Şu anda bile hafızanızda anılar, hayaller uçuşmaya başladı sevgili insanoğulcukları. Sevin onları. Kötü de olsa sevin. Onlar sizin mutluluğu arama yolunda attığınız adımların bıraktığı izlerdir. Bazılarınız ise mutlusunuz, evet evet sizler; kartın iyi yüzünü görenlere sesleniyorum. Mutluluğu bulduğunuza inanıyorsanız. Koşun peşinden, sakın bırakmayın. Sakın o sözü söylemeyin, bitti demeyin. Götürebildiğiniz yere kadar, adım atabildiğiniz yere kadar adımlayın. Ancak, adımlayacak dermanınız kalmadığında vazgeçin... 

Ve asla üzülmeyin. Sonuç ne olursa olsun bu hastalığın sizi üzmesine izin vermeyin. Arayın mutluluğu, arayın aşkı, inanın bana bulacaksınız. ;)


10 Haziran 2013 Pazartesi

SANDAL

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Sokak lambasının altında siyah bir şemsiye ve şemsiyenin altında siyah paltolu, siyah fötr şapkalı bir adam. Yüzü yerde, yere bakıyor. Adam yorgun, adam küçülmüş. Adamı küçültmüşler belkide. Zihninin her köşesinde tek bir kadın silip atamadığı, kurtulamadığı. Gözlerinde hüznü saklayan mutlu bakışlar, dudaklarında tatlı bir gülümseme. Bulutlar ardında parlayan güneş gibi, küçük ama mutlu adam…

Onu ilk öptüğü yerde, yıllar sonra onu bekliyor. Gelir belki bugünün hatırına diyerek bir sigara alıyor dudaklarının arasına, titreyen sokak lambasının altında yanan çakmağın aydınlığı sahneye çıkarıyor yüzündeki kırışıkları. Uzunca çekiyor sigarasından, dumanla saklıyor geçip giden yılları ve tutsak yıllar uçup gidiyor özgürlüklerine. İzmaritini ayağının altındaki gölete atıyor, ve yüreği ıslanıp dağılıyor sudaki izmarit gibi.

Caddelerin ötesinde bir köpek havlarken beynindeki uğultulara kulak kabartıyor. Çığlıklarla dökülen sözcükler duyuyor ama anlamıyor. Yaşanmışlığın, anıların, deneyimlerin çığlıkları olur demişti babam. Babam haklıymış diye düşünürken ben, yoldan geçen bir arabanın siyah kauçuk lastikleri su sıçratarak geçip gidiyor. Yüzüne tükürülmüş bir hırsız gibi başını önüne eğiyor sadece. Besbelli hayata isyan ediyor maskesinin altında. Belki bir kaç maskesi daha vardır ama bugün diğerlerini almamış yanına. Gülümseme maskesi gününde yağmur yağıyor iri iri ama usul usul.

Şemsiyeye tokat gibi inen her yağmur damlası geçmişe akan bir nehir oluyor ve adam nehrin kıyısında sallanan yeşil sandala binerek akıntıya teslim oluyor. Zaman geçmişe doğru hızla akıp gittikten sonra akıntı yavaşlıyor ve sandalı kıyıya doğru sürüklüyor...

Yıl 1962, mart ayının başları, erik ağaçlarında filizlenmeye yüz tutmuş çiçekleri sobeliyor güneş sevecen bir tavırla ve bir erik ağacının dallarının kol kanat gerdiği adam damalı bir taksinin geçmesini bekliyordu. Genç öğretmen ilk gelen araca binmezse ilk günden öğrencilerine rezil olacağını düşünürken yolun başında arkasında bir toz bulutunu savura savura gelen beyaz İmpala'yı fark etti. Telaştan hızla yaklaşan otomobilin önüne atladı birden, otomobilin keskin ve kararlı freniyle toprakta sürünen lastikleri son toz zerrelerini kaldırdıktan sonra birden durdu. Ortalığı kaplayan toz bulutunda cennetten sürgün bir ruh gibi kalan adam  bir kadın sesiyle irkildi.
"Ne yapıyorsun be adam!"
Sonra sessizlik, belirsizliğin sesi... Beyaz tenli, kara gözlü, kara kaşlı, kırmızı şapkalı ve siyah pardesülü kadına anlık saplanıp kaldı adam. Siyah saçlarının dalgalarında alabora olmak üzereyken;
"Afedersiniz, işe geç kalmak üzereyim. Beni şehrin çıkışındaki köye bırakabilir misiniz?" diyebildi.
Kadının kaşları çatıldı, kısa ve net,.
"Hayır!" diye cevap verdi.
"Ancak bugün benim ilk iş günüm, ilk günden öğrencilerime mahcup olmak istemiyorum."
"Öğrencileriniz mi?"
"Evet, ben bir öğretmenim. Daha doğrusu bugünden itibaren olacağım." Bunu duyan kadının alnında ki çizgiler yavaş yavaş yok oldu.
"Peki, buyurun o halde." Adam istediği olumlu cevabı almış olmasına rağmen bir kararsızlık yaşadı önce, sonra hızla çarpan yüreğinin sesini duydu. Yiyecek uzatılan bir kedi gibi ürkek adımlarla otomobilin yolcu koltuğundan taraftaki kapıya yöneldi. Kapının soğuk açma koluna dokunduğunda elinin alev alev yandığını hissederek kapıyı açtı. Krem üzerine mavi çizgili konforlu koltuğa oturduktan sonra, el çantasını dizlerinin üzerine alıp kapıyı kapattı. Altı adet silindirin güçlüyüm ben diye bağıran homurtusu duyulmaya başladığında, adam başını öne eğdi ve ne sağa ne de sola baktı. Kalbinin gümbürtüsünün motor sesini bastırmasından korktu. Bir kaç dakika her ikisi de tek söz etmediler. Kadının sorusu sessizliği bozan ilk adım oldu.
"Demek bir öğretmensiniz?"
"Evet yeni mezun oldum. İlerde ki köye atandım ancak bir lojman olmadığı ve kiralayacak bir ev bulamadığım için şehrin bu yakasından bir ev tuttum. Bugünde aksilik hiçbir taksi geçmedi."
Kadın gülümseyerek;
"Peki dönemin ortasında değil miyiz? Nasıl oluyor da ilk iş gününüz olabiliyor?"
"Öğretmen okulunu bitirdikten sonra askerlik görevimi yapmak üzere başka bir şehre gönderildim. Orada askerliğimi subay olarak yaptım. Askerden terhis edildikten sonra beni yıllardır öğretmensiz olan bu okula gönderdiler. Yılın ilk dönemi kaybedilmiş olsa da geri kalan bir dönem bile buradaki çocuklar için yarardır diye düşünüyorum." Adam bunları anlatırken kadın can kulağıyla adamı dinliyordu.
"Anladım beyefendi." dedi kadın dinlediğini göstermek için.
"Eğer haddimi aşmayacaksam sizin ne işle uğraştığınızı sorabilir miyim hanımefendi?"
"Ben bir veterinerim. Sizin okulunuzun köyüne yakın bir köyde babamın çiftliği var. Tüm zamanımı orada geçiriyorum."
"Büyük bir çiftlik olmalı." dedi arabanın içinde gözlerini gezdiren adam. Kadın gülümseyerek;
"Evet büyük bir çiftlik."
Otomobili yeni boy atmaya başlamış bir ekin tarlasının önünde durdurdu kadın. Tarlanın karşısındaki küçük sarı boyalı yapıyı göstererek;
"Okulunuz burası olmalı."
"Evet burası. Beni getirdiğiniz için çok teşekkür ederim efendim. Yolunuz açık olsun." dedi adam otomobilden inip kapıyı kapatırken.
"Mühim değil, iyi dersler öğretmenim." dedi kadın.. Otomobil hareket etmeye başladığında, gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı adam, kadının bembeyaz kar üzerindeki iki küçük siyah kuş gibi beyaz tenini süsleyen kara gözlerini düşünerek. Otomobil virajı dönüp kaybolunca, okula doğru yürümeye başladı Tahta kapıyı eliyle itip okulun tahta çitlerle çevrili avlusuna girdi.
Sarı boyalı tek katlı yapının içerisinden yoğun bir uğultu duyuluyordu. Adam hızlı hızlı adımlarla okulun kapısına yöneldi. Kapının girişine geldiğinde onu veliler karşıladı, hoşgeldin merasiminden sonra sınıfa girdi adam. Sadece birinci sınıflar vardı okulda. Çocukların yaşları altı ile on bir arasında değişiyordu. Okula tam zamanında başlayan altı ve yedi yaşında olanlar şanslıydılar. Büyükler ise öğretmensizlikten okula başlayamamışlar ya da ebeveynleri şehirdeki okula göndermemişti. Mesleğinin ilk gününde istekli öğrencilerle karşılaşan öğretmen okuldan şehre bir köy minibüsü ile döndü.

İkinci gün erik ağacının yanındaki durağına daha erken çıktı adam. Köye gidecek minibüsü beklerken beyaz İmpala önünde durdu. O gün kadın adamı her gün köye kadar bırakabileceğini söyledi ve her gün bu böyle rutinleşti. Her gün biraz daha samimileşiyorlardı. Her gün biraz daha kalpleri birbirlerine ısınıyordu. Boş zamanlarda kiraladıkları sandalla denize açılıyorlardı. El ele her gün yeni bir umuda adım attılar.

Dönemin son gününde, adam beyaz atlı prensesini ellerinde çiçeklerle bekliyordu. Kadın gelince arabadan inmesini rica etti, önce elindeki laleleri verdi prensesine, ardından maaşını biriktirerek, yemesinden içmesinden kısarak aldığı yüzüğü uzattı kadına, dilinden uzun bir dönemi ifade eden kısa cümle dökülüverdi;
"Benimle evlenir misin?" Kadın ne diyeceğini bilemiyordu, aylardır ona ilk defa sevgi ve şefkat gösteren, yüzünü aylardır gülümsemeyle dolduran adama bakıyordu. Fısıltıyla;
"Evet." diye yanıt verdi erik ağacının dallarının altında.
Bu evet yıllarca beraberliklerinin mührü oldu. Önce bu evliliğe sert bir şekilde karşı çıkan, şimdiye kadar bir kez olsun sevgi göstermeyen, sevginin sadece para ile sağlanacağı düşüncesiyle hareket eden ailesini reddetti kadın. Sahildeki bir balıkçı lokantasında denizin şahitliğinde evlendiler.

Yirmi bir yıl mütevazi bir yaşam sürdüler. Kadın köyde veterinerlik yaparak destek oluyordu kocasına, kısıtlı bütçeyle de mutlu olunacağının sembolü oldular yeryüzüne. Kendileri çocuk sahibi olamasalar da kendi çocuklarıymış gibi seviyorlardı köydeki her çocuğu. Eğitiyorlar, öğretiyorlardı çocukları bir fidanı sulayıp büyütür gibi. Her hafta sonu sahile inip küçük sandallarıyla denize açılıyorlardı, denizi çok seviyorlar, mavi ile süslüyorlardı hayatlarını. Bir gün kara bulutlar sardı dört bir yanı, evliliklerinin on dokuzuncu yılında kadın kansere yakalanmıştı. En büyük desteği kocası olmuştu yine. Zor geçen iki yılını hep gülerek geçirdi kocasıyla. Adam onu bir akşam okuldan döndüğünde koltukta elinde gazetesiyle ölü bulduğunda bile gülümsüyordu kocasına teşekkür edercesine.

Usul usul yağmur yağarken, en önde omuz veriyordu adam karısının tabutuna. Dört bir yanında ona destek için gelen öğrencilerine ve köy halkına gözlerinde yaşlarla bakıyordu. Yağmurla ıslanmış çamur olmuş kara toprağı anca bir kürek atabildi adam eşinin üzerine, mutluluğun sembolüne. Bacakları titriyordu, sonra dizlerinin bağı çözüldü birden. Bir mezar taşının üzerine oturttular adamı. Çamurla örtmeye başladılar kadının üzerini. Çığlıklar atıyordu adam yüreğiyle, "Gömün beni de" diye yankılanıyordu beyninde her çığlık. Kadının mezarı tamamen kapatıldıktan sonra;
"Yalnız bırakın beni lütfen." diye rica etti adam kalabalıktan titreyen sesiyle. Karısının mezarının önünde diz çöktü, bir tek söz edemeden çamuru okşuyordu karısının saçlarını okşar gibi. Yağmur altında uzunca bir süre mezarın başında tek söz etmeden kaldı. Gecenin karanlığı çökünce yavaşça ayağa kalktı, amaçsızca küçük adımlarla yürüyordu. Kendini sahilde her zaman karısıyla denize açıldıkları yeşil sandalın başında buldu bir anda. Adımlayıp oturdu her zamanki köşesine, karısının yerindeki boşluğu izledi uzun uzun. Dalgalar sandalı sallaya sallaya uzaklaştırdı sahilden. Denizde sürüklenerek başka bir kıyıya yanaştı sandal. Adam doğrulup kıyıya adımını attı.

Yıl 2013, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Sokak lambasının altında siyah bir şemsiye ve şemsiyenin altında siyah paltolu, siyah fötr şapkalı bir adam. Yüzü yerde, yere bakıyor. Eskiden sırtını dayadığı erik ağacının yerine dikilen sokak lambasına dayıyor sırtını, uzaklara bakıyor beyaz İmpalayı görmek umuduyla...

27 Mart 2013 Çarşamba

RÜZGAR ANNE

Suya düşen umutlarıma hüzünlü bir keman sesi eşlik etti.

Kuruyup dökülen yapraklar gibi dökülmüştü umutlarım yaşam ağacımdan ve bitmek bilmeyen bir keman solosu başlamıştı tenimin her bir gözeneğinde. İskemlemi biraz daha yeşil boyası kabarıp dökülmeye yüz tutmuş pencereye yaklaştırdım. Sararmış yapraklarla bezenmiş ağaçların altında yemyeşil yapay çimler uzanıyordu. Az ilerki caddede kırmızı ışıkta duran arabaların etrafında, üstünde kahverengi bitlenmiş bir kazağı ve eskimiş dizleri yırtılmış gri kumaş pantolonu olan yedi sekiz yaşlarında küçük bir çocuk elindeki mendil dolu poşeti sallaya sallaya dört dönüyordu. Görüntüler birer fotoğraf karesi gibi zihnime yansıyarak geçip gitti. Derin bir iç çekip ayağa kalktım. Yürümeyi yeni öğrenen bebekler gibi bir kaç adım attım, oturma odası dört adım sonra son buldu duvara baktım, anlamsızca, sadece baktım. Geri dönüp bir dört adım daha attım, tekrar geri dönüp bir dört adım daha, her bir voltada daha fazla gıcırdıyordu sanki rabıtalar.

"Lanet olası ev! Bir gün sende yıkılacaksın başıma." dedim nefret dolu bir sesle, başım döndü, dört duvar bir o yana bir bu yana sallandı. Alelacele paltomu sırtıma geçirdim, ahşap kapıyı açıp mozaik merdivenlere attım kendimi, hızlı adımlarla indim basamakları ikişer ikişer. Dış kapıdan çıkınca soğuk bir yel merhaba dedi yanaklarıma. Zaten kim selam verirdi bana soğuk rüzgardan başka. Dönen başımı durdururum diye göğe baktım, gri bulutlar yer yer kaşlarını çatarak baktılar bakışlarıma. Caddeye çıkmak için önümdeki mesireliğe ilerledim, çimlere oturup ezen genç bir çifte ters ters baktım. Sonra kıskançlığımı ele vermemek için başımı çevirip yoluma devam ettim. Banklarda insanlar vardı, zihnimde silüetlerden başka bir şey ifade etmeyen insanlar. Caddeye çıkıp sola döndüm. Biraz rahatladığımı hissedip ellerimi ceplerime sokarak ağır adımlarla karo taşlı kaldırımdan ilerlemeye koyuldum. Kaç sokağı geçtim, ne kadar yürüdüm, etrafımda neler oldu bilmiyorum. Denizi görünce zihnimdeki düşünceler dağıldı, karşıya baktım, karşı kıyıya, farklı hayatlara baktım. Vızır vızır işleyen caddeden karşıya geçerek sahilde bir banka oturdum. Dalgalar öfkeyle kıyıyı yumrukluyordu. Bir vapur çığlıklar atıyordu karşıdaki iskelede.

"Bir mendil alır mısın abi?" 

Bu kelimelerle irkildim, gözlerimi uzaklardan çekip önümdeki küçük insan silüetine baktım yedi sekiz yaşlarında bitlenmiş kahverengi bir kazak ve dizleri yırtılmış eski gri bir kumaş pantolon giyen bir çocuktu. Eski ayakkabılarından çıplak ayakları görünüyordu. Yavaşça başımı kaldırıp yüzüne baktım; beni kahverengi dudaklarındaki gülümsemeyle karşıladı. Ben sadece baktım, amaçsızca, sadece baktım. Çocuk gülümsemeye devam ediyordu. Celladına gülümseyen bir idam mahkumu gibi. Neden bilmiyorum elim cebime gitti, çıkardığım bir lirayı hiçbirşey demeden çocuğa uzattım, karşılığında diğer elime bir mendil tutuşturdu. Arkasını dönüp sekerek onbeş yirmi metre ilerdeki simitçiye gitti. Her sekişinde mendil dolu naylon poşeti kalçasına vuruyordu. Bir simit alıp, kaldırım taşına oturdu. Gözlerimle çocuğu takip ettiğimi daha sonra farkettim. Yüzündeki gülümseme nasıl birşey öyle, nasıl oluyor da bu hayatına rağmen böyle sevecen böyle neşeli. Oturduğum banktan nasıl olduğunu anlayamadan kalktım, sanki kutsal bir güç beni zorluyormuş gibi hareket ediyordum. Ayaklarım çocuğun olduğu tarafa doğru ilerliyordu. Sonunda kendimi yanı başındaki kaldırım taşına otururken buldum. Çekinerek bana çevirdi başını.

"Merhaba delikanlı!" dedim. Başını sallayarak karşılık verdi. Ne soracağımı ne diyeceğimi bilemedim. Uzun bir duraksamadan sonra;
"Annen baban yok mu senin?" Bu arada elindeki simitin yarısını bölerek bana vermişti. Şaşırdım ama hoşuma gitti.
"Annem öldü benim." dedi sesi titreyerek.
"Peki ya baban?"
"Hiç tanımadım ki."
"Yalnız mı yaşıyorsun, nerede kalıyorsun?" diye sordum.
"Bulduğum yerde." diye cevapladı kısaca. "Bulduğum yerde yaşıyorum, kimsem yok benim. Yazları kolay, bütün banklar, bütün çimenler benim. Ama kışları biraz zor oluyor abi." dedi gülümseyerek.
"Ama mutlusun?"
"Neden olmayayım?"
"Yani hiçbir şeyin, hiç kimsen yok. Ama mutlusun. Gülümsüyorsun. Sürekli gülümsüyorsun."
"Gülümsemek beleş ki abi." dedi yine gülümseyerek.
"İyi ama bir şey seni mutlu etmeden mutlu olamazsın."
"Beni mutlu eden çok şey var."
"Ne mesela annen yok, baban yok. Bir çocuk annesi babası olmadan nasıl mutlu olur?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Deniz var, bak martılarda var. Çok mutsuz olursam simit atarım onlara."
"Oyuncağı olmayan çocuklar gülmez." dedim kendimden emin.
"Oyuncağım yok ama köpeklerim var sokaklarda." dedi. "Oyuncağı olan çocukların köpekleri de var mı?"

Şaşkınlıktan zihnim tamamen uyanmıştı. Neydi onu bu kadar olgun yapan, sokaklar bu kadar olgunlaştır mıydı bir insanı?

"Ben artık gideyim abi, bu mendillerin hepsini satmalıyım bugün." dedi elindeki naylon poşeti göstererek. Ayağa kalktı, gülümseyerek son bir defa bana baktı. Gitmek için bir kaç adım atmıştı ki;

"İyi ama küçük, bunların hepsi annenin bir kez saçlarını okşamasıyla aynı şey mi?" diye sordum. Yavaşça bana döndü. Yüzü ilk defa düşmüştü. Sesi titredi yine cevap verirken.

"Annem rüzgar oldu benim, rüzgarda mı okşamaz saçlarımı? Ben biliyorum ne zaman rüzgar olsa, yel çıksa annemin ruhunu getirir bana, annemde saçlarımı okşayıp geçer gider rüzgarla." 

Bunları söylerken gözlerini gözlerimin içine dikmişti. Sanki kara gözleri oyup geçti gözlerimi, yüreğime nüfuz etti. Sözlerinin sonunda birbirimize gülümseyerek baktık ve arkasını dönüp seke seke uzaklaştı. Bir ara sokağa girinceye kadar arkasından baktım. Sonra ayaklarımı uzatarak çimlere oturdum. Gözlerim denize daldı, denizin üstünde kanat çırpan martılara, karşı kıyıya baktım.

Soğuk bir rüzgar esti saçlarımı okşayarak. Gülümsedim!

TABUT


Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Cennette yaşayan küçücük çocuklardı, hayalleri evrene sığmayan. Sokaklarda özgürce koşup oynayan, meleklerin koruduğu tanrı parçacıklarıydılar. Terli terli su içip hasta olmayan doğa üstü yaratıklardı her biri. Düştükleri zaman büyürlerdi. Kahve içince kararmaktan korkarlardı. Külahta dondurma yerlerdi, külahın sivri kısmıyla dondurmacılar kulaklarını karıştırıyor diye üstünden az ısırır dibini çöpe atarlardı. Meybuzuna maç yaparlardı. Seksek oynarlardı serçeler gibi seke seke. İçinden taso çıkan cips alırlardı mahalle bakkallarından, bazen üter bazen ütülürlerdi. Tekme tokat kavga ederler, sonra ateri oynamaya giderlerdi. Susam sokağı en büyük eğlenceleriydi. Geceleri rüyalarında "top kesici" amcalar teyzeler görürlerdi öcü olarak. Haa, birde bayramlıklarına sarılıp uyurlardı. Bacasından duman tüten ev resmi yaparlardı bu çocuklar. Yere düşen ekmeği üç kez öpüp başlarına koyarlardı, ne bir eksik ne bir fazla üç kez üç. Sonrada kemirirlerdi az ucundan ucundan. Kirli ellerle meyve yerler, mikropta kapmazlardı. Leblebi paylaşırlardı, "bi sana bi bana, bi sana bi bana" diye diye. Bir şeyi çok beğendiler mi “yaşasın!” diyen çocuklardılar ve  mutluydular her daim, hergün çikolata yiyemeselerde mutluydular.

Etraflarına, küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Önce çizgi film büyüleri yaptılar onlara, pikaçu olup camdan atladılar ama düşünce büyümediler. Biraz daha büyüyenler yanlış eğitim sistemleriyle karşılaştılar. Hayalleri odalara kapatılıp üstünden kilitlendi. İki kere iki beş eder dediği için tokat yediler. Neden beş diye soran olmadı. Beden eğitimini, müziği, resimi değil matematiği seveceksin diye programlandırıldılar. Sınavlara koşuldular yarış atları gibi.

Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Üstü çikolata kaplı, çubuklu dondurmalarla tanıştılar, para üstüne sakız veren bakkal amcalarını terk edip süperhipermarketlere gittiler,. Gitmişken tik işaretli pabuçlar aldılar. Misket oynanmazdı bu marketlerde, bovlingle tanıştılar. Büsbüyük hamburgerler vardı burada, hepsini yiyemeyecekleri kadar büyük hamburgerler.

Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Büyüdüler, ekranlı, sihirli kocaman kutularla tanıştılar, “dave” oynadılar. Devrialem yaptılar kutularıyla. Ahh ah ne sihirliydi zamanla küçülüp cebe giren o kutu, ne muhteşem bir oyuncaktı. Saatlere büyü yapan bir sihirbaz mıydı yoksa? Yok artık “Kaplumbağa Terbiyecisi!”

Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Feysi, tiviti koşup geldi gogıl amcanın ardından. “Arkadaş kasmak, takipçi kasmak” diye bir şey çıkardılar ceplerinden. Hediyelerle geldiler, Noel Baba mıydı onlar? Beğenin dediler, beğendirin dediler. Popüler olun yalnız kalmayın dediler. Özgürlük getirdiler tüm çocuklara!

Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Ağaçlar nerde? Ağaçları görüyorduk… Dalları, yaprakları vardı, yeşildiler falan. Nereden geldi bu koca koca duvarlar? Pencere nerede? Işıkları kim söndürdü?  Işıkları kim söndürdü? Işıkları kim söndürdü?