7 Aralık 2014 Pazar

MAVİ

          Verandaya çarpan yağmur damlacıklarının sesi hoş bir ritim tutturup melodiksel bir ziyafet sunarken, Münire Hanım yağmurun ritmine sallanan sandalyesiyle ayak uydurup, ördüğü dantele kocaman bir çiçek deseni veriyordu. Ara ara düşen yıldırımların aydınlığı loş ampülü bastırıp odayı mavi bir renge boyuyordu. Yine odanın masmavi olduğu anlardan biriydi, beyaz renkli ahşap kapı hızlı hızlı yumruklandı. Münire Hanım sandalyesinden kalkıp, yaşından beklenmeyen çevik adımlarla kapıya doğru ilerledi. Selahattin Bey baştan aşağı sırılsıklam içeriye girerken, “Nerede kaldın bey? Öldüm meraktan.” diyerek ilgisini belli etti kadın.
“Yağmur başlayınca diner umuduyla bir saçağın altına sığındım, dinmeyeceğini anlayınca ıslanmayı göze alarak yola koyuldum. Neyse hanımın, bak merak edecek bir şey yok, sağsalim döndüm eve ama bir anca önce kurulanmazsam meraklanmanı gerektirecek bir soğuk algınlığım olacak.” diyerek gülümsedikten sonra gıcırdayan ahşap merdivenlerden yavaş yavaş yukarıya çıktı yaşlı adam. Münire Hanım yemek masasını çoktan hazırlamıştı, ancak eşi gelmeden asla yalnız oturmazdı masaya. Onun için bu, kendi kendine koyduğu bir kuraldı. Masaya son bir kez daha göz gezdirdi. Tabaklar, çatal kaşıklar, salata, tuz, karabiber... Her şeyin tam olduğu kanısına vardıktan sonra mutfağa gidip tarhana çorbasının altını yaktı. Elinde sıcak tencereyle geriye döndüğünde Selahattin Bey üstünü değiştirip aşağı inmişti, çok üşümüş olmalı ki masanın şömineye en yakın köşesine oturmuş çıtırdayan odunların sesini dinliyordu. Hayatta en haz aldığı seslerden biriydi bu. Evlerinde kalorifer olmasına rağmen, emekli yazı işleri müdürü Selahattin Bey şöminesini her gece yakmaktan vazgeçememişti. Servisi yaptıktan sonra otuzbeş yıllık hayat arkadaşının karşısına oturdu Münire Hanım.
“Bu zamana kadar acıkmadın mı hanımcığım? Yeseydin yemeğini.” 
“Atıştırdım ben bey.” diye gülümsedi yaşlı kadın. Kocası onun tek başına yemek yemeyeceğini bilirdi, yine de bilmezden gelip her defasında sorardı. Yıllardır iki eş arasında küçük bir oyun, bir sevgi gösterisi olmuştu bu durum. 



          Çorbalarından henüz bir kaç yudum içmişlerdi. Dışarıda bir arabanın motor sesini, ardından kapanan kapılarını duyduklarında merakla birbirlerine baktılar. Şehrin gürültüsünden, havasından hoşlanmadıkları için evleri şehrin dışında yalnız bir evdi. Bu vakitte saatte bir geçen halk otobüsünden başka bir vasıta uğramazdı buralara. Kısa bir zaman sonra ahşap kapının ağır demir tokmağı üç defa vurdu. Kim olabilirdi bu saatte? Yaşlı adam sandalyesini yavaşça geriye itip ayağa kalktı, o kapıya doğru ağır adımlarla ilerlerken eşi meraklı gözlerle onu takip ediyordu. Kapının açılmasıyla birlikte “Süpriz, biz geldik!” diye neşe dolu bir ses yayıldı odaya. Melek hemen babasının kucağından dedesinin  boynuna atladı. Münire Hanım torununun sesiyle sanki yeninden doğmuş gibi kalktı masadan. Oğluna, gelinine, torununa sıkı sıkı sarılarak betimledi mutluluğunu. Ahmet onların tek çocuklarıydı. Altı yıl önce annesinin ve babasının da kendisi kadar sevdiği Zeliha ile evlenmişti. Münire Hanım yeni servis açmak için mutfağa doğru yöneldiğinde, gelini çoktan elinde tabaklarla geri dönüyordu mutfaktan.
“Melek çok görmek istedi sizi, bizde bir süpriz yapalım dedik.” dedi Ahmet masaya otururken, “Rahatsız etmedik ya?” Selahattin Bey kalın kaşlarını çatarak oğluna bakarken, “O kadar çok rahatsız olduk ki, bir an önce gitseniz diye bakıyoruz!” diye tatlı bir kinayede bulundu. Kısa bir sessizlikten sonra Selahattin Bey’in kahkahalarını takip eden gülüşmeler yayıldı masaya. Melek’in “Babaannemin yemeklerini çok özledim ben.” diyen sesi böldü gülüşmeleri. “Afiyet bal şeker olsun kızıma yemeklerim.”


          Yemekten sonra Zeliha hemen sofrayı topladı. Yaşlı kadının tüm israrlarına rağmen onu oturtup mutfağa gitti. Gelinlerinin bu davranışı çok hoşlarına gidiyordu. Çünkü Münire Hanım da, Selahattin Bey de eskiden böyle görmüşlerdi. Bu onların doğru ve münasip gördüğü bir davranış şekliydi. Melek dedesiyle beraber yere oturmuş, kreşte öğrendiği oyunu öğretiyordu dedesine. Selahattin Bey torununu görünce çocuk gibi olur, onunla oyunlar oynar, şarkılar söylerdi. Bazen ikisi beraber şöminenin karşısına oturup masal okurlardı. Zeliha elinde kahve tepsisiyle geri döndüğünde mutluluğun resmini gördü. Kocası kayınvalidesinin omzuna başını koymuş, kızı ve kayınbabasının oyununu izliyordu.

          Birden odayı düşen yıldırımın maviliği kapladı, saliseler sonra müthiş bir gürültü ve Melek'in çığlığı ile irkildi Münire Hanım. Yakına düşen yıldırımın etkisinden olsa gerek elektirikler kesilmişti. Zifiri karanlıkta sallanan sandalyesinde ileri geri sallanıyordu yaşlı kadın. Torununun çığlığını, gelininin koluna sıkı sıkı sarılışını, önde oturan Selahattin Bey'in elini yüzüne kapatışını, direksiyon başındaki oğlunu ve kocaman kamyonun beş ay önceki gibi hızla üzerilerine gelişini her gece tekrar tekrar yaşıyordu.

          Karanlıkta tek başına kalmıştı Münire Hanım!

26 Temmuz 2014 Cumartesi

İyi Geceler, Macbeth!

          Sabahın ilk ışıkları hüzünlü hüzünlü uyandırdı bu sabah beni. Yastığımın başucunda anılardan koskoca bir demet, bir de yaşanmışlıkları ile sayfaları anı sarısına boyanmış, cildi biraz solmuş çay lekeleri ile işlenmiş eski bir kitap. Yavaşça doğruldum yatağımdan, derin bir iç çektim. Kitaba gözüm takıldı, elime aldım. Shakespeare'in Macbeth'iymiş. Seni tanıyor olacak ki, nasıl olduğunu sordu bana. "Bilmiyorum" diye cevapladım. Göz göze geldik pembe ciltli eski kitapla, "ne o, neden gözlerin doldu?" diye sordum. "Bilmiyorum." diye yanıtladı. "Anlaşıldı." dedim kitabı elimden bırakırken, "bugün bilinmeyenlerin günü." Tavşan kanı sert bir çay koydum kendime. Sonra senin sert çay sevmediğini bulup çıkarttım anılardan. Birazını lavaboya döktüm ve sıcak suyla tamamladım fincanımda açılan boşluğu. İlk yudumumla hissettim çayın buruk ama hoş aromasını. Gül desenli cam fincanımın yanına hafif bir kahvaltı eşlik etti bugün bana. Ardından soğuk bir duş aldım, dişlerimi fırçaladım. Evden tam çıkmak üzereydim ki; "kendine dikkat et, iyi günler!" dedi birisi. Sesin geldiği yöne doğru ilerledim. Pembe ciltli Macbeth'miş meğersem. "Ederim." diye cevap verdim. Kapıdan çıkınca anılardan, yaşanmışlıklardan uzaklaşırım diye düşünüyordum. Sıcak güneşin altında kısa bir mesafe katettikten sonra yanılmış olduğumu farkettim. Her sokakta senin adımların, senin izlerin, senin kokun vardı. Bir an önce günün bütün işlerini bitirmek, eve dönüp kendimi kapatmak istedim. Bıraktığın izlerden sıyrılmayı başardığım bir ara; "dolap beygiri gibi her gün rutin işlerin arasında dönüp duruyorum, hatta tüm insanlık olarak dönüp duruyoruz" dedim kendi kendime, kaçıp gitmek istedim kimsenin beni bulamayacağı bir yere. Sonra, sonra işte yine senin izlerin, senin kokun kapladı düşüncelerimi. Planladığım gibi günün bütün işlerini hemen bitirip evime attım kendimi. Tüm kapıları sıkı sıkı kilitledim anılar beni takip etmesin diye. Senin verdiğin tarif ile patates yemeği yaptım kendime. Yemekten sonra televizyonun karşısında uzandım anlamsız anlamsız. Sonra seninde çok sevdiğin o yazarın kitaplarının birinden bir kaç sayfa okudum. Filtre kahve ile süsledim kitapta yer alan her kelimeyi. "Yaz!" dedi sonra Macbeth, "ama kağıt, kalem ile yaz, sonra istersen aktarırsın sanal ortama." dedi. Pembe ciltli Macbeth'ime göre, sihirli kalemim dediğim kalemimin; dertlerime, yazacaklarıma ortak olmaya hakkı varmış. Sihirli kalemim ile bir saman kağıdına döktüm bende içimden geçenleri. "Yazmak, yazabilmek güzel şey, edebiyat çok yüce bir sanat." dedim, Macbeth'de onayladı beni. Söz verdim Macbeth'e; son nefesime kadar metafor denizi üzerinde edebiyat sandalımla kürek çekeceğime dair. Sonra "uyu" dedi pembe ciltli eski Macbeth, "daha sana kış gelmedi. Uyu ve güçlü ol!"   

          "İyi geceler!" kadim dostum Macbeth.

29 Haziran 2014 Pazar

The Epic Of Gilgamesh Vs. The Iliad

“He carved on a stone stela all of his toils,
and built the wall of Uruk-Haven,
the wall of the sacred Eanna Temple, the holy sanctuary.
Look at its wall which gleams like copper (?),
inspect its inner wall, the likes of which no one can equal!
Take hold the threshold stone --- it dates from ancient times!
(The Epic of Gilgamesh, 1.9 – 22)

The Epic of Gilgamesh is said to be the oldest known example of  literature. It is a cyle of short poems, dating from the third millenium Bc. The Epic of Gilgamesh was based partly on folklore and partly on reality. It tells the story of  King of “Uruk of the walls”. In addition to this, according to a contemporary list of kings, Gilgamesh reigned for 162 years. Gilgamesh is thought to have been a traveller who settled in Uruk in Babylonia, on the River Euphrates in modern Iraq, and took the throne by force.

“Rage—Goddess, sing the rage of Peleus’ son Achilles, 
murderous, doomed, that cost the Achaeans countless losses,
hurling down to the House of Death so many sturdy souls,
great fighters’ souls, but made their bodies carrion,
feasts for the dogs and birds,
and the will of Zeus was moving toward its end.
Begin, Muse, when the two first broke and clashed,
Agamemnon lord of men and brilliant Achilles”.
(The first lines of the Iliad)
            The Iliad is an ancient Greek epic poem attributed to Homer. It tells the battles and events during the weeks of quarrel between King Agamemnon and the warrior Achilles set during the Trojan war. Although the story tells only a few weeks in the final year of the war, the Iliad mentions many of the Greek legends about the siege; the earlier events, such as the gathering of warriors for the siege, the cause of the war, and related concerns tend to appear near the beginning.
            Because these two epics are from different cultures and literatures, they have some differences. Additionally, although they are from different cultures and literatures, they have some similarities, such as; characters, characters’ quests and themes of the works.
            The Epic of Gilgamesh and The Iliad have some differences. For instance; The Iliad is completely intact, however, there are a lot of gaps in the Epic of Gilgamesh. In addition to this, there is not any problem in understanding in The Iliad, but The Epic of Gilgamesh requires the knowledge of oriental languages such as; Sumeric, Akkadian, Hettite, and Hurritic in order to fully understood. Moreover,  The Iliad set during the Trojan War, and arguably contains many heroes who could be considered to be epic. This is in the contrast to Gilgamesh, who is trying to find immortality and is forced to confront his own mortality on his journey. Another difference is that in the Iliad, the war is waged by humans, but the pantheon of gods and goddesses take sides and have a big impact on the outcome. This is different for Gilgamesh, who is not strictly human himself.
            On the other hand, we can find and see plenty of similarities between The Iliad and The Epic of Gilgamesh, although they are from different cultures. It is an example of interaction among cultures. These similarities focus on characters and themes.
            Firstly, both of them focus on epic heroes and their mighty deeds, but also their human weakness. Especially, we can see similarities between Gilgamesh and Achilles. Gilgamesh is a great warrior king who is from partly divine and partly human parentage, Achilles is a great warrior who is mixed divine and human, however, both of them are mortal.
"How, O how could I stay silent, how, O how could I keep quiet?
My friend whom I love has turned to clay:
Enkidu my friend whom I love has turned to clay.
Am I not like him? Must I lie down too, never to rise again?"
(Epic of Gilgamesh, Tablet X, column V.) 
For example; when he loses his friend, Enkidu, Gilgamesh remembers the mortality in this quotation and then he decides to search for immortality.
'"Give me your armor to put on your shoulders;
The Trojans might suppose I was you,
Hold back, and give the Acheans' sons a breather,
For breathing spells in war are very few.
Then, with a shout, fresh men might easily
Turn tired men from the ships toward the city."
So, like a fool he begged; for it would be
An evil death and doom for himself he asked.'
(Lines 40-47 Book 18)
In these lines, Patroclus asks Achilles for permission to join the fighting. Then, Patroclus dies and Achilles understands the importance of mortality, too. Later, the heroes, Gilgamesh and Achilles, undergo challenges and conflicts as part of their quest or struggle. We can say that it is a similarity for these two epic works. After death of Endiku, Gilgamesh begins to search for immortality and undergoes a lot of challenges and conflicts. There is a same situation in the Iliad, too. After death of Patroclus, Achilles wants to revenge of Patroclus and encounters conflicts and challanges, such as; battles and fightings. Another similarity about characters is that Achilles and Gilgamesh are the sons of goddesses and mortal men. Achilles’ mother is the sea nymph Themis, his father is the mortal king Peleus. Gilgamesh’s mother is the goddess Ninsun, and his father the mortal king Lugalbanda. Namely, the major characters have some similarities of their positions in life. In addition to the similarities about major characters, both of them are not concerned with family life and romantic relationship with women, because these kind of things have no place in the epic hero’s life.
            We can also say that the characters Enkidu and Patroclus are similar. Although they  die in different ways, their death for the fame of their leader. They are also in a sense uncivilized. Namely, Enkidu is literally uncivilized, and Patroclus is uncivilized and wild, because he has killed another human being for no reason and then fled that civilization’s jurisdiction to escape the consequences of his action.
            Secondly, we can find and see similarities about themes in these epic works, such as; friendship, mortality and death, pride, and religion. Actually, we can think that times of these epics are very close, and these themes might be important at that times. Therefore, there are similarities among themes. Eventually, we can easily find similarities in themes of the Epic of Gilgamesh and the Iliad.
            For instance; we have already mentioned about friendship between Gilgamesh and Enkidu and Achilles and Patroclus. When Endiku dies, Gılgamesh feels so bad and begins to search for immortality, because he wants to resurrect his dear friend. When Patroclus dies, Achilles feels so bad, too. He swears to take revenge of him. Therefore, we can see that how the major characters like their friends. Namely, the importance of friendship is similar in both of the works.
            Another mutual theme is the mortality. Gilgamesh and Achilles are semi-god, but they have a weakness which is mortality. Both of the works always mentions about mortality and remembers it. The works may want to give a moral message to reader or humankind, such as; “do not forget death.” We cannot know exactly. It may be just for plot. An example from the Iliad;
“Antilochos was first to kill a chief man of the Trojans,
valiant among the champions, Thalysias’ son, Echepolos.
Throwing first, he struck the horn of the horse-haired helmet,
and the bronze spearpoint fixed in his forehead and drove inward
through the bone; and a mist of darkness clouded both eyes
and he fell as a tower falls in the strong encounter.”
(4. 457-462)
Even though moments like this in the Iliad may seem repetitive and gross, they are important to the poem as a whole, because scenes like this remind us that death is not abstract; it strikes down real people, and it hurts. Moreover, Homer sometimes contrasts mortal people and immortal gods in the Iliad. If we want to give an example from The Epic of Gilgamesh;
“My friend, the swift mule , fleet wild ass of the mountain,
panther of the wilderness,
after we joined together and went up the mountain,
fought the Bull of Heaven and killed it,
and overwhelmed Humbaba, who lived in the Cedar Forest,
now what is this sleep which has seized you?
You have turned dark and do not hear me!
But his (Enkidu’s) eyes do not move,
He touched his hearth, but it beat no longer.”
(8. 38-46)
King Gilgamesh cannot believe death of Enkidu in this lines. He is still talking to a dead body, he wants to see a miracle, however, when he touches Enkidu’s hearth which does not beat, he discoveries reality of mortality. Namely, the epic heroes understant that it is not impossible to escape from death during their quests.
            The other similarity is pride. King Gilgamesh and Achilles’ prides are always mentioned in the works. For example from the Gilgamesh;
“He walks around in the enclosure of Uruk,
like a wild bull he makes himself mighty, head raised (over others).
There is no rival who can raise his weapon against him.
His fellows stand (at the alert), attentive to his (orders?),
and the men of Uruk become anxious in …
Gilgamesh does not leave a son to his father,
day and night he arrogantly(?) … “
(1.51-58)
The narrator praises Gilgamesh in these lines. Gilgamesh’s mighty power and handsomeness are always mentioned in the Epic of Gilgamesh. Moreover, he is shown as a powerfull and prideful king who acts bravely against to his enemies and difficulties. We can see same situation in the Iliad, too. The characters act proudly in the Iliad. For instance; Achilles wants equality and if there is no equality or if there is injustice, he fights for his right and he acts proudly against to his enemies.
            We can see similarity about religion theme in the works. There are gods or goddesses more than one in the both of them and also there are mighty semi-gods. We can contrast this theme with examples. An example from the Iliad;
“Now as he weighed in mind and spirit these two courses
and was drawing from its scabbard the great sword, Athene descended
from the sky. […]
The goddess standing behind Peleus' son caught him by the fair hair,
appearing to him only, for no man of the others saw her.
Achilleus in amazement turned about, and straightway
knew Pallas Athene and the terrible eyes shining. […]
Then […] the goddess grey-eyed Athene spoke to him:
'I have come down to stay your anger--but will you obey me?--
from the sky; and the goddess of the white arms Hera sent me,
who loves both of you equally in her heart and cares for you.
Come then, do not take your sword in your hand, keep clear of fighting,
though indeed with words you may abuse him, and it will be that way.”
(1.193-195, 197-200, 206-211)
As we see from these lines, we can see homeric gods and goddesses very much in the Iliad. They are mighty and talks with humans. In addition to this, they sometimes fight with humans and the other gods. There is same situation in the Epic of Gilgamesh. For example;
“Gilgamesh climbed up a mountain peak,
made a libation of flour, and said:
"Mountain, bring me a dream, a favorable message from Shamash."
Enkidu prepared a sleeping place for him for the night;
a violent wind passed through so he attached a covering.
He made him lie down, and … in a circle.
They … like grain from the mountain …”
 (4.8-14)
We can see mighty gods in the Gilgamesh, too. There are gods and goddeses as homeric gods, and they fight with humans and the other gods as in the Iliad.

            Consequently, there are differences between The Iliad and The Epic of Gilgamesh. It is normal, because they are from different cultures and languages. It is interesting that there are similarities. For instance; characters have similar features, they are mighty semi-gods whoese mothers are goddesses. Additionaly, the themes are similar in these two works. It is not certain, but Homer might be influenced by The Epic of Gilgamesh. It shows that there might be interaction between cultures at that times. Moreover, we may say that epic characters have same feautures all over the world. Shortly, we can easily find similarities and differences between The Iliad and The Epic of Gilgamesh. 

14 Mayıs 2014 Çarşamba

ELVEDA GÜNEŞ!

          Güneşi arkamda bırakıp daldım karanlıklara, kara elmas diyarına. Elimde kazmam küreğim uzaklaştıkça güneşten, umuttan da bir o kadar uzaklaştım. Salladım kazmamı tüm gücümle dostluk uğruna, dostlarım uğruna ve bir parça ekmek uğruna. İşin aslında dostların derdi kara taştı, benimki ise ekmek. Onlara taş, kendime ekmek çıkardı kazmam her vuruşumda. Yoruldum, yoruldum ama pes diyemedim. Evde sefalet, evde açlık, evde borçlar beklemesin beni diye pes diyemedim. Dostların cüzdanları incelmesin diye pes diyemedim. Hergün biraz daha uzaklaştım güneşten elveda türküleriyle, oğlana bir bisiklet alabileyim diye. Bayramlarda boyunları eğilmesin çocuklarımın diye kayboldum karanlıklarda.

          Kayboldum karanlıklarda, soğuk toprak altında. Anlatması zordur yer altını; karanlık, soğuk, ve en kötüsü siyahtır. Hüznün rengiyle boylu boyunca uzanmış bir diyar, seni de boyar kendi rengine. Sevinç de, mutlulukta alın terleriyle yıkanır kara elmas diyarında. Hepsine dostlar için katlanırız biz. Evde bir parça kuru ekmek bekleyenler için kayboluruz hergün karanlıklarda.

          Unutmayın dostlar! Topraktan geldiniz, toprağa gideceksiniz! Ve biz madenciler topraktan geldik, toprakta yaşadık ve toprağa gidiyoruz. Unutmayın bizi Ey Dostlar! İki haftalık kalacaksam, hiç almayın beni anılarınıza. Unutmayın bizi Ey Dostlar! Anam, babam, eşim, çocuklarım size emanet. Babaları ve kardeşleri sizin için yok olanlara, sahip çıkmayı UNUTMA DOST!

          Bu son elvedamdı güneş, hoşçakal!

22 Ocak 2014 Çarşamba

Victorian Elements in Great Expectations

Great Expectations is Charles Dickens’s thirteenth novel and it is his second novel which is fully narrated in the first person. It is a bildungsroman (coming-of-age novel) and a classic work of Victorian Literature.  Therefore, we can encounter plenty of Victorian Age elements in the book.
At the beginning of the book, we encounter with a low class family. They live in a village among marshes. Mr. Joe is a blacksmith and his wife (the sister of Pip) is a typical Victorian low-class family housewife. Then, we encounter with high class, well dressed, well educated women like Miss Havisham and Estella. These two different families are also the signals of the existence of social classes in the society. Estella and other women in Pip’s life in London represent the typical high class Victorian women. These are examples of social classes in Victorian Age.
In addition to these, Pip’s early impressions about London remind us the effects of Industrial Revolution and immigration. When he comes to London, he is amazed and displeased with the unbelievable crowd and awful smell. Furthermore, we can see Victorian architecture and Victorian houses in the book. For instance; Satis House, Wemmick’s House which tell us the taste of architecture of those days. These are all elements of Victorian age, however, we cannot see some of important elements of Victorian Age such as; child labor, prostitution, colonialism in Great Expectations.
The novel’s main themes are ambition and self-improvement, and social class. Pip’s desire for self-improvement is the main source of the novel title, because he believes in the possibility of advancement in his life, so we can say that he has “great expectations” about his future.
We see ambition and self-improvement in three forms in the novel. These are moral, social and educational improvements. These improvement motivate Pip’s behaviour thorought the novel. Firstly, when he acts immorally, he feels bad. This situation triggers him to act better in the future. Secondly, Pip desires social self-improvement. When he is in love with Estella, he wants to become a member of her social class. Therefore, he has fantasies of becoming a gentleman. Thirdly, Pip desires educational improvement. A good education is a requirement for him, because he wants to be a gentlman. In addition to this, Estella is a well-educated women and he wants to marry with her.
Another main theme of the novel is social class. Great Expectations shows different social classes of the Victorian Age. During the novel, Pip becomes involved with a broad range of classes, such as; criminal people like Magwitch, poor people like Mr. Joe, and rich people like Miss Havisham.
The novel has also some symbols. Dickens assign different meanings to some object. For instance; Miss Havisham’s wedding dress ironically symbolizes death. It is ironic, because a wedding dress reminds us a happy life. However, Miss Havisham is refused on her wedding day and she loses her hope for life. The wedding feast symbolizes Miss Havisham’s past. The stopped clocks in the Satis House symbolize Miss Havisham’s refusing to change anything. She does not want to step somewhere from his wedding day. Furthermore, Miss Havisham’s garden is not a green garden. There are weeds and wild plants. This ruined garden symbolizes the ruin of Miss Havisham’s life. We can see elements of Victorian Period in these symbols.
Consequently, we can find tracks of Victorian England’s society and class system in Great Expectations. There are criminals, poor and rich people. In addition to this, poor people cannot reach a good education opportunity in Victorian Age and we can see this situation in the novel. However, rich people have plenty of opportunity in the novel. Moreover, Rich and poor people do not equal under the law, so we can say that there was a corruption in law system in Victorian Period. Furthermore, there was a gloomy atmosphere in Victorian Era and we can see this gloomy atmosphere as an element in the novel and symbols also prove the gloomy atmosphere. Shortly, Charles Dickens tells us Victorian England in the Great Expectations.

SOURCES

13 Ağustos 2013 Salı

KISACA

Evrenin en karmaşık yaratığı insanoğlu...

Var oldu, var edildi. Fazla rahat gözüne battı, ilk günahını işleyerek dünyanın yolunu tuttu. Çoğaldı, önüne geçilemeyecek bir biçimde hızla çoğaldı. Bazen, Tanrı insanoğlunun hızlı artışından rahatsız olmuş olmalı ki, hastalıklar gönderip insanoğlunun sayısını azalttı. Çünkü biliyordu; "insanoğlu en tehlikeli yaratıktır." İnsanoğlu vazgeçmedi, evrimleşti, icat etti, keşfetti. Geliştikçe gelişti her probleme bir çözüm bulmayı öğrendi. Öldürmeyi zaten çok önceden öğrenmişti. Sevmeyi, aşık olmayı da öğrendi. Ama dedik ya, karmaşık yaratık bizim insanoğlu. Nasıl oluyordu da hem sevmeyi, hem nefret etmeyi aynı bedende taşıyabiliyordu? İronilerin gelişigüzel ortalığa saçıldığı insanoğlu bedeni o kadar devasa bir ironi okyanusuydu ki; tapmayı bildiği gibi, inkar etmeyi de bildi tarih boyunca...

Peki, hiç insanoğlunun en baş belası ironisi nedir diye merak ettiniz mi? Bazılarınızın başınızı sallayarak onayladığınızı biliyorum. Belki bazılarınız doğru cevabı söyledi bile. Evet üzerine başka söz söylenemeyecek insanlığın en büyük ironisi: "AŞK"tır. İnsanoğlunun sevmek, aşık olmak duygusunu bildiğini söylemiştik. Var oluşunun ilk saniyesi hatta ilk salisesinden beri bilir bu duyguyu sevgili insanoğlu. Adem'in Havva'ya aşık olmadığını söyleyebilir miyiz? Dikkat edin! Şehvet duygularından değil, aşktan bahsediyoruz...

İnsanoğlunun var oluşunun, var edilişinin ilk anından bu yana aşk; başlı başına bir ironi olagelmiştir. Bazen sevindirmiş, bazen hüzünlenmiştir. Bazen göklere yüceltmiş, bazen baş aşağı beline kadar toprağa gömmüştür. Bazen terketmiş, bazen terkedilmiştir sevgili insancıklar. Bütün bu ironilerin amacı tektir: Mutluluk! Mutlu etmeyi, mutlu edilmeyi seven insan, mutluluğu aşkta aramıştır içgüdüsel olarak. Ancak, aşkta kaybedenler, kaybolanlar vardır. Onlar için Tanrı'nın gönderdiği bir hastalıktır aşk. Bazen aşktan kurtulmak kaçmak istersin, yapamazsın. Kapatma butonu yoktur aşkın, ha deyince silip atamazsın. Bazen yakalamak istersin aşkı, incitmeden bir kelebek gibi avuçlarına almak istersin. Yetişemeyeceğin kadar yükseklere uçarsa kelebek, başaramazsın. Her ikisinde de kalbinin paramparça olduğunu hisseder insan. İnanılmayacak büyük acılara merhaba demek zorunda kalır. Kartın birde diğer yüzünü çevirirsek, kelebeğini yakalayabilen insanoğulcukları vardır. Onlara gidin ve dünya yıkılacak deyin, bakın görün umurlarında değildir. Eğer, bu durumu umursayan istisnaizadeler varsa da, onlar aşklarını bu durumdan nasıl koruyabileceklerini düşüneceklerdir...

Hiçbiriniz bu hastalığa yakalanmadığınızı söyleyemezsiniz. Şu anda bile hafızanızda anılar, hayaller uçuşmaya başladı sevgili insanoğulcukları. Sevin onları. Kötü de olsa sevin. Onlar sizin mutluluğu arama yolunda attığınız adımların bıraktığı izlerdir. Bazılarınız ise mutlusunuz, evet evet sizler; kartın iyi yüzünü görenlere sesleniyorum. Mutluluğu bulduğunuza inanıyorsanız. Koşun peşinden, sakın bırakmayın. Sakın o sözü söylemeyin, bitti demeyin. Götürebildiğiniz yere kadar, adım atabildiğiniz yere kadar adımlayın. Ancak, adımlayacak dermanınız kalmadığında vazgeçin... 

Ve asla üzülmeyin. Sonuç ne olursa olsun bu hastalığın sizi üzmesine izin vermeyin. Arayın mutluluğu, arayın aşkı, inanın bana bulacaksınız. ;)


10 Haziran 2013 Pazartesi

SANDAL

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Sokak lambasının altında siyah bir şemsiye ve şemsiyenin altında siyah paltolu, siyah fötr şapkalı bir adam. Yüzü yerde, yere bakıyor. Adam yorgun, adam küçülmüş. Adamı küçültmüşler belkide. Zihninin her köşesinde tek bir kadın silip atamadığı, kurtulamadığı. Gözlerinde hüznü saklayan mutlu bakışlar, dudaklarında tatlı bir gülümseme. Bulutlar ardında parlayan güneş gibi, küçük ama mutlu adam…

Onu ilk öptüğü yerde, yıllar sonra onu bekliyor. Gelir belki bugünün hatırına diyerek bir sigara alıyor dudaklarının arasına, titreyen sokak lambasının altında yanan çakmağın aydınlığı sahneye çıkarıyor yüzündeki kırışıkları. Uzunca çekiyor sigarasından, dumanla saklıyor geçip giden yılları ve tutsak yıllar uçup gidiyor özgürlüklerine. İzmaritini ayağının altındaki gölete atıyor, ve yüreği ıslanıp dağılıyor sudaki izmarit gibi.

Caddelerin ötesinde bir köpek havlarken beynindeki uğultulara kulak kabartıyor. Çığlıklarla dökülen sözcükler duyuyor ama anlamıyor. Yaşanmışlığın, anıların, deneyimlerin çığlıkları olur demişti babam. Babam haklıymış diye düşünürken ben, yoldan geçen bir arabanın siyah kauçuk lastikleri su sıçratarak geçip gidiyor. Yüzüne tükürülmüş bir hırsız gibi başını önüne eğiyor sadece. Besbelli hayata isyan ediyor maskesinin altında. Belki bir kaç maskesi daha vardır ama bugün diğerlerini almamış yanına. Gülümseme maskesi gününde yağmur yağıyor iri iri ama usul usul.

Şemsiyeye tokat gibi inen her yağmur damlası geçmişe akan bir nehir oluyor ve adam nehrin kıyısında sallanan yeşil sandala binerek akıntıya teslim oluyor. Zaman geçmişe doğru hızla akıp gittikten sonra akıntı yavaşlıyor ve sandalı kıyıya doğru sürüklüyor...

Yıl 1962, mart ayının başları, erik ağaçlarında filizlenmeye yüz tutmuş çiçekleri sobeliyor güneş sevecen bir tavırla ve bir erik ağacının dallarının kol kanat gerdiği adam damalı bir taksinin geçmesini bekliyordu. Genç öğretmen ilk gelen araca binmezse ilk günden öğrencilerine rezil olacağını düşünürken yolun başında arkasında bir toz bulutunu savura savura gelen beyaz İmpala'yı fark etti. Telaştan hızla yaklaşan otomobilin önüne atladı birden, otomobilin keskin ve kararlı freniyle toprakta sürünen lastikleri son toz zerrelerini kaldırdıktan sonra birden durdu. Ortalığı kaplayan toz bulutunda cennetten sürgün bir ruh gibi kalan adam  bir kadın sesiyle irkildi.
"Ne yapıyorsun be adam!"
Sonra sessizlik, belirsizliğin sesi... Beyaz tenli, kara gözlü, kara kaşlı, kırmızı şapkalı ve siyah pardesülü kadına anlık saplanıp kaldı adam. Siyah saçlarının dalgalarında alabora olmak üzereyken;
"Afedersiniz, işe geç kalmak üzereyim. Beni şehrin çıkışındaki köye bırakabilir misiniz?" diyebildi.
Kadının kaşları çatıldı, kısa ve net,.
"Hayır!" diye cevap verdi.
"Ancak bugün benim ilk iş günüm, ilk günden öğrencilerime mahcup olmak istemiyorum."
"Öğrencileriniz mi?"
"Evet, ben bir öğretmenim. Daha doğrusu bugünden itibaren olacağım." Bunu duyan kadının alnında ki çizgiler yavaş yavaş yok oldu.
"Peki, buyurun o halde." Adam istediği olumlu cevabı almış olmasına rağmen bir kararsızlık yaşadı önce, sonra hızla çarpan yüreğinin sesini duydu. Yiyecek uzatılan bir kedi gibi ürkek adımlarla otomobilin yolcu koltuğundan taraftaki kapıya yöneldi. Kapının soğuk açma koluna dokunduğunda elinin alev alev yandığını hissederek kapıyı açtı. Krem üzerine mavi çizgili konforlu koltuğa oturduktan sonra, el çantasını dizlerinin üzerine alıp kapıyı kapattı. Altı adet silindirin güçlüyüm ben diye bağıran homurtusu duyulmaya başladığında, adam başını öne eğdi ve ne sağa ne de sola baktı. Kalbinin gümbürtüsünün motor sesini bastırmasından korktu. Bir kaç dakika her ikisi de tek söz etmediler. Kadının sorusu sessizliği bozan ilk adım oldu.
"Demek bir öğretmensiniz?"
"Evet yeni mezun oldum. İlerde ki köye atandım ancak bir lojman olmadığı ve kiralayacak bir ev bulamadığım için şehrin bu yakasından bir ev tuttum. Bugünde aksilik hiçbir taksi geçmedi."
Kadın gülümseyerek;
"Peki dönemin ortasında değil miyiz? Nasıl oluyor da ilk iş gününüz olabiliyor?"
"Öğretmen okulunu bitirdikten sonra askerlik görevimi yapmak üzere başka bir şehre gönderildim. Orada askerliğimi subay olarak yaptım. Askerden terhis edildikten sonra beni yıllardır öğretmensiz olan bu okula gönderdiler. Yılın ilk dönemi kaybedilmiş olsa da geri kalan bir dönem bile buradaki çocuklar için yarardır diye düşünüyorum." Adam bunları anlatırken kadın can kulağıyla adamı dinliyordu.
"Anladım beyefendi." dedi kadın dinlediğini göstermek için.
"Eğer haddimi aşmayacaksam sizin ne işle uğraştığınızı sorabilir miyim hanımefendi?"
"Ben bir veterinerim. Sizin okulunuzun köyüne yakın bir köyde babamın çiftliği var. Tüm zamanımı orada geçiriyorum."
"Büyük bir çiftlik olmalı." dedi arabanın içinde gözlerini gezdiren adam. Kadın gülümseyerek;
"Evet büyük bir çiftlik."
Otomobili yeni boy atmaya başlamış bir ekin tarlasının önünde durdurdu kadın. Tarlanın karşısındaki küçük sarı boyalı yapıyı göstererek;
"Okulunuz burası olmalı."
"Evet burası. Beni getirdiğiniz için çok teşekkür ederim efendim. Yolunuz açık olsun." dedi adam otomobilden inip kapıyı kapatırken.
"Mühim değil, iyi dersler öğretmenim." dedi kadın.. Otomobil hareket etmeye başladığında, gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı adam, kadının bembeyaz kar üzerindeki iki küçük siyah kuş gibi beyaz tenini süsleyen kara gözlerini düşünerek. Otomobil virajı dönüp kaybolunca, okula doğru yürümeye başladı Tahta kapıyı eliyle itip okulun tahta çitlerle çevrili avlusuna girdi.
Sarı boyalı tek katlı yapının içerisinden yoğun bir uğultu duyuluyordu. Adam hızlı hızlı adımlarla okulun kapısına yöneldi. Kapının girişine geldiğinde onu veliler karşıladı, hoşgeldin merasiminden sonra sınıfa girdi adam. Sadece birinci sınıflar vardı okulda. Çocukların yaşları altı ile on bir arasında değişiyordu. Okula tam zamanında başlayan altı ve yedi yaşında olanlar şanslıydılar. Büyükler ise öğretmensizlikten okula başlayamamışlar ya da ebeveynleri şehirdeki okula göndermemişti. Mesleğinin ilk gününde istekli öğrencilerle karşılaşan öğretmen okuldan şehre bir köy minibüsü ile döndü.

İkinci gün erik ağacının yanındaki durağına daha erken çıktı adam. Köye gidecek minibüsü beklerken beyaz İmpala önünde durdu. O gün kadın adamı her gün köye kadar bırakabileceğini söyledi ve her gün bu böyle rutinleşti. Her gün biraz daha samimileşiyorlardı. Her gün biraz daha kalpleri birbirlerine ısınıyordu. Boş zamanlarda kiraladıkları sandalla denize açılıyorlardı. El ele her gün yeni bir umuda adım attılar.

Dönemin son gününde, adam beyaz atlı prensesini ellerinde çiçeklerle bekliyordu. Kadın gelince arabadan inmesini rica etti, önce elindeki laleleri verdi prensesine, ardından maaşını biriktirerek, yemesinden içmesinden kısarak aldığı yüzüğü uzattı kadına, dilinden uzun bir dönemi ifade eden kısa cümle dökülüverdi;
"Benimle evlenir misin?" Kadın ne diyeceğini bilemiyordu, aylardır ona ilk defa sevgi ve şefkat gösteren, yüzünü aylardır gülümsemeyle dolduran adama bakıyordu. Fısıltıyla;
"Evet." diye yanıt verdi erik ağacının dallarının altında.
Bu evet yıllarca beraberliklerinin mührü oldu. Önce bu evliliğe sert bir şekilde karşı çıkan, şimdiye kadar bir kez olsun sevgi göstermeyen, sevginin sadece para ile sağlanacağı düşüncesiyle hareket eden ailesini reddetti kadın. Sahildeki bir balıkçı lokantasında denizin şahitliğinde evlendiler.

Yirmi bir yıl mütevazi bir yaşam sürdüler. Kadın köyde veterinerlik yaparak destek oluyordu kocasına, kısıtlı bütçeyle de mutlu olunacağının sembolü oldular yeryüzüne. Kendileri çocuk sahibi olamasalar da kendi çocuklarıymış gibi seviyorlardı köydeki her çocuğu. Eğitiyorlar, öğretiyorlardı çocukları bir fidanı sulayıp büyütür gibi. Her hafta sonu sahile inip küçük sandallarıyla denize açılıyorlardı, denizi çok seviyorlar, mavi ile süslüyorlardı hayatlarını. Bir gün kara bulutlar sardı dört bir yanı, evliliklerinin on dokuzuncu yılında kadın kansere yakalanmıştı. En büyük desteği kocası olmuştu yine. Zor geçen iki yılını hep gülerek geçirdi kocasıyla. Adam onu bir akşam okuldan döndüğünde koltukta elinde gazetesiyle ölü bulduğunda bile gülümsüyordu kocasına teşekkür edercesine.

Usul usul yağmur yağarken, en önde omuz veriyordu adam karısının tabutuna. Dört bir yanında ona destek için gelen öğrencilerine ve köy halkına gözlerinde yaşlarla bakıyordu. Yağmurla ıslanmış çamur olmuş kara toprağı anca bir kürek atabildi adam eşinin üzerine, mutluluğun sembolüne. Bacakları titriyordu, sonra dizlerinin bağı çözüldü birden. Bir mezar taşının üzerine oturttular adamı. Çamurla örtmeye başladılar kadının üzerini. Çığlıklar atıyordu adam yüreğiyle, "Gömün beni de" diye yankılanıyordu beyninde her çığlık. Kadının mezarı tamamen kapatıldıktan sonra;
"Yalnız bırakın beni lütfen." diye rica etti adam kalabalıktan titreyen sesiyle. Karısının mezarının önünde diz çöktü, bir tek söz edemeden çamuru okşuyordu karısının saçlarını okşar gibi. Yağmur altında uzunca bir süre mezarın başında tek söz etmeden kaldı. Gecenin karanlığı çökünce yavaşça ayağa kalktı, amaçsızca küçük adımlarla yürüyordu. Kendini sahilde her zaman karısıyla denize açıldıkları yeşil sandalın başında buldu bir anda. Adımlayıp oturdu her zamanki köşesine, karısının yerindeki boşluğu izledi uzun uzun. Dalgalar sandalı sallaya sallaya uzaklaştırdı sahilden. Denizde sürüklenerek başka bir kıyıya yanaştı sandal. Adam doğrulup kıyıya adımını attı.

Yıl 2013, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Sokak lambasının altında siyah bir şemsiye ve şemsiyenin altında siyah paltolu, siyah fötr şapkalı bir adam. Yüzü yerde, yere bakıyor. Eskiden sırtını dayadığı erik ağacının yerine dikilen sokak lambasına dayıyor sırtını, uzaklara bakıyor beyaz İmpalayı görmek umuduyla...